Alimlerin ihtilafı rahmet mi zahmet mi?
'Alimlerin (müctehidlerin) ihtilafı rahmettir' mealinde bir hadis rivayet edilir, ama hadis alimleri bu rivayetin sened yönünden sahih olmadığında ittifak etmişlerdir. Bazı alimler de 'Bu rivayetin sahih bir senedi yoksa da manası uygundur' derler.
Peki manası nedir?
Manası şudur: Müctehidler, vahyin açıkça belirlemediği din hüküm ve kurallarını, ihtiyaca binaen bulmak için çaba gösterirler ve eşyanın tabiatı icabı da hepsi aynı sonuca ulaşamazlar. Bir konuda birden fazla ictihad ortaya çıkar. Burada ihtilaftan maksat 'alimlerin veya ümmetin birbirine düşmesi değil, birden fazla fikrin, çözüm teklifinin ve ictihadın ortaya çıkması' demektir.
Bu manada ihtilafın rahmet olabilmesi için ümmetin (müctehid ve alim olmayan müminlerin) bu ictihadlar karşısında muhayyer olması, dilediğini alıp onunla amel edebilmesi gerekir. Aksi takdirde; yani ümmet, bir tek müctehidin bütün ictihadlarını bir bütün olarak benimsemeye ve ancak onunla amel etmeye mecbur tutulursa ihtilaf rahmet (kolaylık, genişlik, çözüm bolluğu) olmaz, darlık olur.
Bir de alimlerin ittifakından (icmadan) söz edilir. Eğer müctehidler bir din hükmünde ittfak ederlerse elbette bunun bir manası ve otoritesi olacaktır. Fakat yüzbinlerce ihtilaflı ictihada karşı üzreinde ittifak edilen ictihalık hüküm sayısı oldukça azdır.
İhtilafın rahmet olabilmesinin önemli bir şartı da müctehidlerin ve onlara tabi olanların birbirine karşı durum ve tutumlarıdır:
İctihad ile ilgili bazı sahih hadislerde 'Müctehid, Allah'ın muradı olan hükmü bulmuş olursa iki, bulamaz da yanılırsa bir sevap alır' denmiştir. Şu halde ictihadı hatalı bile olsa bir müctehid ve ona tabi olanlar ictihad ile amel ettiklerinde 'kulluk vazifelerini yerine getirmiş oluyorlar'. İlk üç nesilden intikal eden usulü kullanmak şartıyla, 'usule dayalı' bütün ictihadlar meşrudur ve hiçbir müctehidin 'daima haklı ve isabetli olma' imtiyazı yoktur.
Durum böyle olunca hem müctehidler ve alimler hem de onlara tabi olanlar birbirine bu nazarla, bu mana ve hüküm çerçevesinde bakmak ve ilişki kurmak durumundadırlar. Nasıl fıkıh mezheblerine (ictihadlarına) tabi olanlar (mesela bir Hanefî bir Şâfi'îye) kardeş olarak bakmış, isabetli olsun hatalı olsun ictihada saygı göstermiş ise bugün de alimlerin, usulü dairesinde ortaya koydukları düşünce ve çözümlerine -hem onların hem de tabilerinin- saygı göstermeleri ve farklı düşünceler yüzünden birbirlerine düşmemeleri, düşman olmamaları, tafrikaya sapmamaları gerekir.
Peki böyle oluyor mu? Alimler birliği oluşuyor mu? Alimlerin farklı düşünce ve çözümleri rahmet mi oluyor, zahmet mi?
İhtilaftan tefrikaya
Alimlerin ihtilafı (farklı ictihadlarının bulunması) her zaman ümmete rahmet mi oldu? Bu sorunun cevabını bulmak için önce –sonu tefrikaya varan- ilk ihtilafların ortaya çıktığı dönemi bir hatırlayalım:
'Hz. Hasen b. Ali'nin çok kısa süren devrini saymazsak hulefâ-i râşidîn devri Hz. Ali ile son bulur. Aynı yolu takip ettiği için Emevî halife Ömer b. Abdülazîz'i de bunlar arasına katan müellifler vardır.
Hz. Osman'ın şehadetinden sonra, Medine'deki sahabenin çoğu Hz. Ali'ye müracaat ederek, onun istememesine rağmen kendisine bey'at ettiler. Hz. Ali halife olunca Hz. Ebû Bekr ve Ömer devrinin örnek yönetim tarzını iâde etmek üzere giriştiği faaliyet meyanında bazı valileri de azletti. Bunlar arasından Şam valisi Muâviye azil emrine itaat etmediği gibi, câmide şehid Halîfe'nin kanlı gömleğini ve eşinin kesilmiş parmaklarını teşhir ederek halkı katillere karşı tahrîk etti. Entrika ve tahrikler iç savaşa müncer oldu, yenileceğini anlayan Muâviye, Amr b. Âs'ın tavsiyesiyle Kur'an sahifelerini mızraklara taktırarak Kitab'ın hakemliğini taleb etti. Meşhur hakem olayında Amr b. Âs'ın hile ile Muâviye'yi halife ilân etmesi netice vermemiş, karışıklıklar Hz. Ali'nin hâricî İbn Mülcem tarafından şehid edilmesine kadar devam etmiştir...'
Ümmet içinde kavgayı ve tefrikayı önlemek için ehl-i sünnet uleması şöyle bir formül işleri sürmüşlerdi: Hz. Ali tarafı da Muaviye tarafı da ictihad ettiler, haklı ve isabetli olan Hz. Ali idi, ama karşı taraf da ictihadında yanılmış olsa da kınanamaz, hatta 'ictihad sevabı almışlardır' denir.
Ben bu formülün sıhhatini tartışacak değilim, ama ihtilafın ve bu formülün sonunun rahmet değil, felaket üstüne felaket olduğunu ve bu felaketlerin günümüze kadar devam ettiğini bir daha hatırlatmak isterim.
Alimlerin, itikad, ibadet, siyaset.. alanlarındaki farklı ictihadları İslam tarihinde rahmete, genişliğe, kolaylığa, çözüm zenginliğine sebep olmadı, tam aksine taasuba, tarafgirliğe, kavgaya ve tefrikaya sebep oldu.
En masumu ibadetle ilgili ictihad ihtilafları olduğu halde bu bile tefrika sebebi olmuştur. Çünkü Hanefî ve Şâfiî fıkıhçılarının çoğuna göre, bu iki mezhebden birine mensup olanlar, diğerine mensup olan imamın arkasında namaz kılamazlar.
Buyurun cenaze namazına!
Bu tefrika değil de nedir?
Mesela Hz. Ali'ye bey'at edildikten sonra ortaya çıkan siyasi ihtilafı, tefrikaya düşmeden halletmek için her iki tarafın takva sahibi alimleri bir araya gelselerdi, meseleyi tarafsız olarak müzakere etselerdi, ittifakla veya çoğunlukla ulaştıkları sonucu iki tarafa bağlayıcı olarak tebliğ etselerdi 'ihtilaf rahmet ile sonuçlanırdı.' Böyle olmadı. Diyelim ki, iki taraf da ictihad ediyor, bu ictihadın sonu tefrika, savaş, zulüm, karşılıklı küfürleşme.. olursa hatalı taraf bundan nasıl sevap alır ve sorumlu olmaz?
Savaşta yaralanmış ashaba su dağıtan şahsı, her susuz yaralı, bir başka yaralıya sevketmiş, önce ona ver demişti. Bu ahlak nereye gitti de saltanat için isyanlar, savaşlar ve katliamlar ortaya çıktı!
Bütün bunlar olup biterken alimler yok muydu? Niçin alimler birliği oluşturarak tefrikayı önlemediler?
O zaman onlar bunu yapmadı veya yapamadıysalar bugünkü alimler birliği (leri) ne yapacaklar? Bugünküler daha mı alim, daha mı takva sahibi ve bugünkü Müslümanlar daha mı hakka ve hakikate boyun eğmeye hazırlar?
Alimler fırkası
Bugün mevcut olan, 'alimler birliği' değil, bu ismi taşıyan, ama gerçekte 'alimler fırkası'; yani bölünmüş ümmetin küçük parçalarını temsil eden gruplardır.
Ümmetin alimleri, ehl-i sünnet ve ötekiler, tasavvuf erbabı ve karşı çıkanlar, usulünce ictihada taraftar olanlar ve karşı çıkanlar, tek mezhebe bağlı olanlar ve olmayanlar, bir etnik veya dini gruba bağlı olanlar ve olmayanlar, kavmiyetçiler ve kavmiyetçi olmayanlar, belli bir siyasi partiyi destekleyenler ve karşı olanlar şeklinde bölünmüş ve gruplaşmışlardır. 'Her grup kendine ait olana sarılmakta, onunla tatmin olmaktadır'. Âyetler, hadisler, ictihadlar, ibareler peşin hükümlere göre seçilmekte ve yorumlanmakta, sonuçta 'tek kitap, tek peygamber, tek kıble' sahibi ümmet 'tek yolda' olamamakta, farklı dinlerin halklarına karşılık bir 'tek camia' teşkil edememektedirler.
Allah Teâlâ, 'Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin, sizden olan ülü'l-emre de. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz –Allah'a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız– onu, Allah'a ve Peygamber'e götürün. Bu, elde edilecek sonuç bakımından hem hayırlıdır hem de en güzelidir' buyuruyor (Nisa: 4/59). Birçok müfessir 'ülülemr'i 'alimler olarak tefsir ediyorlar. Bu tefsire göre ümmet, ulemasına itaat edecek; ama ümmetin uleması yok, fırkaların uleması var. Ayrıca anlaşmazlıkların çözümü için Kur'an-ı Kerim'e ve Sünnet'e başvurulacak; bunu kim yapabilir? Müctehid alimler yapabilir. Peki bugünkü anlaşmazlıkları, problemleri Kitab'a ve Sünnet'e götürerek çözecek müctehidler var mı? Alimler fırkalarının çoğuna göre yok, olamaz ve iddia edenler de dışlanır.
Bir kişinin yapamadığını birden fazla alim bir araya geldiğinde yapabilir, alimler topluluğu birlikte çalışarak ictihad da yapabilirler; bunu (şûra ictihadını) kabul edenlerin sayısı daha çoktur. Peki ümmetin ve ulema fırkalarının tamamının itaat edeceği bir 'ictihad şârası' oluşturmak mümkün mü?
Teorik olarak ' evet, ama pratikte 'imkansız'.
Bu yazdıklarımı abartılı bulanlar olacaktır; size ibretlik tecrübelerden, olup bitenlerden, vakıadan söz edeyim:
Bu yılın Nisan ayında '30 alimin bir araya gelerek Türkiye Alimler Birliği'ni kurdukları haberini okuduk.
Yine Nisan ayında 'Türkiye Alimler Birliği Platformu', Grand Anka Oteli'nde gerçekleştirilen basın toplantısında kuruluş kararını ilan etti. Bu platform, baştaki birlik değil.
Aynı günlerde Diyarbakır'da kurulan İslam Âlimleri Birliği açılış toplantısında konuşan alimler, Müslümanların birlik beraberliğine vurgu yaparak, birlik beraberliğin yolunun alimlerin ittifakından geçtiğini belirtti. Bu birlik de yukarıdaki iki 'birlik'ten başkadır.
Mısırlı ilim ve davet adamı Safvet Hicazî ve Muhammed Musa eş-Şerif hocanın sekreterliğini yürüttüğü Dünya Ehl-i Sünnet Âlimleri Birliği (er-Râbitatü'l-Âlemiyye li Ulemâi Ehli's-Sünne)'nin kuruluş aşamasındaki toplantılarından birine de Dâru'l-Hikme ev sahipliği yaptı.
Karadavî'nin başkanlığında kurulmuş olan 'Dünya Müslüman Alimler Birliği' var.
Irak'ta 'Müslüman Alimler Birliği' var.
Yine Irak'ta 'Şii ve Sünni Alimler Birliği' var.
Lübnan, bilad-ı şam, sufi... alimler birlikleri var.
Bu kadar ayrı birlik, birlik midir, fırka mıdır? Fırka ise birlik nasıl olur?
Alimler de ümmet de bölünmüş
Teorik olarak şöyle düşünebiliriz:
Eğer ta başta alimler ihtilaf etmeselerdi veya ihtilaf (ictihad farkı) olsa da bu ihtilaf ümmeti mezheplere bölmeseydi 'alimlerin ihtilafından kaynaklanan tefrika' olmazdı.
Bu cümleyi açalım:
Alimlerin ictihad farklarının olması tabîîdir, insanın yaratılışı gereği olan bir vakıaya din karşı çıkmaz, nitekim bu sebeple İslam da ictihada ve hatalı isabetli ictihad ihtilafına izin vermiştir.
İctihad ihtlafı, su geçirmez kaplar gibi mezheplerin oluşmasına sebep olmayabilirdi; ama ne yazık ki bu sonuç gerçekleşti.
Mezheb olsa bile mezheb taassubu, mezhepçilik olmasaydı alim olmayan Müslümanlar dini hayatlarında muhtaç oldukları bilgiyi ve fetvayı bir bütün olarak İslam mezheplerinden alır, daha geniş (rahmeti bol) bir çözüm imkanı içinde olurlardı. Ne yazık ki, bu da olmadı.
Ama bugün meselemiz (ümmetin parçalanmasının sebeplerinden biri olan alimlerin ihtlafının tefrikaya dönüşmesi) fıkıh ve kelam mezheplerinin birden fazla olmasına dayanmıyor. Bugünkü problem, ümmeti bir noktada birleştirecek 'alimler birliğinin' bulunmaması, tam aksine tefrikayı besleyen 'alimler fırkaları'nın bulunmasıdır.
Alimler fırkaları niçin vardır?
Öne çıkan sebepleri sıralayalım:
1- Gaflet ve taassup. Bundan maksadım şudur: Bir konu alimlerin tartışmasına açık ise kesin değildir; kesin olmayan bir düşünce, bir çözüm teklifi, bir ictihad; kesin olan emir ve talimatın önüne geçemez, üstünde olamaz. Dinde tefrika, ümmetin bölünmesi, ümmet parçalarının birbirine karşı hale gelmeleri, daha da ileri giderek çatışmaları kesin olarak haramdır. Bir alim grubu, kesin olmayan ictihad ve düşünceleri, kesin haram olan tefrikaya sebep olduğu halde bunda ısrar ediyorlarsa -hıyanet yoksa- 'gaflet ve taassup' var demektir.
2- Hıyanet. Bundan maksadım ilmin menfaate alet edilmesi, maddi veya manevi çıkar yüzünden hak ve hakikatten sapılmasıdır. Tarihte ve günümüzde güç ve iktidar sahiplerinin yanında yer alan, gücün ve iktidarın haram menfaatinden istifade edebilmek için onlara hizmet eden alimler bulunmuştur; işte bunların yaptıkları 'hıyanet'tir. Yakından örnekler olarak Suriye'de Esed'in, Mısır'da Sisi'nin yanında yer alan ve bunların yaptıklarının meşru olduğuna dair fetva veren alimleri hatırlatabilirim.
3- Grupçuluk (taassubun bir çeşidi). Ümmetin tarikat, mezhep, siyasi parti, etnik topluluk, kabilecilik, bölgecilik, ulusçuluk… yüzünden parçalara ayrıldığını ve bazen bu parçaların birbiri ile savaştıklarını biliyoruz. İşte bu parçaların her birinin alimler fırkası vardır. Bu alimler fırkaları, dinin kesin ve tartışma götürmez emir ve talimatını öne alarak bir araya gelebilseler bir çeşit 'ümmetin icmâı' oluşur ve icmâa aykırı davranmak da kolay olmaz. Ama ne yazık ki, bu fırkalar bir araya gelmiyorlar, eğer mecbur olur da bir araya gelirlerse hakta ve hakikatte birleşmek yerine ayrılığı pekiştirerek ayrılıyorlar. Bazen güzel konuşmalar yapılıyor, ortak noktalara ait sonuç bildirileri yayınlanıyor, ama samimiyet olmadığı için uygulanmıyor.
Peygamberimiz (s.a.) 'Kıyamete kadar ümmet içinde bir topluluğun (tabii bir kısım alimlerin) hak ve hakikati temsil ederek var olacaklarını' bildirmiştir. Şüphesiz her fırka 'İşte o alimler biziz' diyeceklerdir. Ama dinimizde hak ve hakikat, kaf dağının arkasında gizli değildir; Kitap'ta, Sünnet'te ve icmada açıklanmıştır.
Çare bu açık ve kesin talimatı (hüda beyyinâtını) rehber edinmek ve hakem kılmaktır.